Ana içeriğe atla

Kayıtlar

2017 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

SAMYELİ

Rengi atmış dudaklarımla son kez buluşmayı bekleyen, yorgun bir izmarit gibi hasretin. Parmaklarımı yakınca farkına varırım tenime yapışmış ateşinin. İstesem ayaklarımın dibine atar, ezerim seni diyorum...O an kendimi kaybediyorum.  Umudumu kesiyorum, sık sık umudumu ! Sonra aklıma geliyor, en büyük ve en görkemli mağaraların, dışarıya vuran bir küçük ışık hüzmesinin peşinden gidilerek keşfedildiği. Ben ömrümü sendeki o küçük ışığın yoluna  adadım. Görsem , tırnaklarımla kazıyıp seni, keşfederim. Yeni bir kıta gibi, yeni bir mevsim gibi, kumlarına daha önce hiç kimsenin ayak basmadığı kimsesiz bir sahil gibi. Sahilleri dalgaların sancıları doğurur ve ıssız her adamın amaçsız adımları,  sonunda parmak uçlarına vuran kararlı dalgaların önünde durur.  Misak - ı millisidir sahiller aşıkların. Kuzeyde,  batıda ve güneyde.  Üç  tarafı ifade edilemeyen hasretlerle çevrili, kaç hektar özlem , kaç hektar çaresizlik... Kokun orada işte, uzaklarda bir dalganın üzerinde geliyor,  yaklaştıkça

NAİM

Dünya rekoru geliyor, Kaldır Naim, kaldır! Garip çocukluğumuzu Garbın afakına Koparma ve silkme, Ölme Naim ölme !

KARANLIK SEVER ÖLÜLERİ

Seni son gördüğümde kısa Vinston bir milyondu. Oradan biliyorum vergisi ödenmiş karşılaşmalarımızı. Üstünü hep bıraktığım kötü yaşanmışlıkların . Seni en son gördüğümde cep telefonlarının en küçük olanı makbuldü. Yılanlarla oynardık, zehirli yılanlar kendilerini sokunca biterdi camdan hayatları. Sonra yokladım hafızamı... Mahallede bir bakkal vardı son hatırladığım, Payton'un orda bir yerde, abim bir top almıştı bana, kahverengi tonlarında küçük bir top, en son bunları hatırlıyorum. Ayçiçek tarlası, incir ağaçları, karayemiş. Bir de bize hiç kızmayan hacı anne vardı. Egzos sesleri tabanca gibi patlamıyordu henüz, cırcır böcekleri sıralarını savmamıştı. Ölümüne şişe toplardık bazen de sigara paketinin gümüş kağıdını. İlk zenginlik hayallerimiz yemyeşil çimenlerin nemine gömülmüştü yağmurla. Lan ne kötü bir sigaraydı maltepe! Hayır içtiğimden değil bildiğin element eksikliğinden. Discovery deyince aklımıza aşağı mahalle gelirdi, fight clup denilince yine ora

APARTMAN KUNDURA

Çocukluğumun en güzel yanlarından biri de, seksenli yılların sonu ile doksanlı yılların başına denk gelmesiydi. Mahalle kavramının son demlerini dibine kadar yaşıyorduk. Komşularımız tek tük apartman daireleri alıp taşınırken, mesai sonrası ,soluğu yine bir türlü kopamadığı mahalle kahvesinin bol talaşlı çayında alıyordu. Apartman dediysem henüz asansörlü olanlar değil. Onlar iki binlerin başına doğru yaygınlaşacak, artık ikinci nesil apartman çocukları, ışıl ışıl soğuk asansörün şeffaf camından üst katlara tırmanırken, aşağıda kalan mahallenin direnen son evlerine bir hayalet gibi bakacaktı. Mahalleden ilk taşınan Barış 'ların ev sahibi Hayriye teyzeydi. Sonra hacı amcamlar taşındı. Çok duramadan geri dönüp mahallede kendi apartmanını yaptırdı. Mahallenin, ahaliyi kendi öz kaynaklarına döndüren enteresan bir ekonomik döngüsü vardır. Bizim mahalle de diğerleri gibi, ekmeğinin peşine en az on iki saat koşturan babaların çocukları ile şenlenir, çocukların geleceği biraz da ke

GEPPETTO USTA

Et, kemik ve kan Hayatımız yalan Uzayan bu anlamsız zaman Ve burnum arşa değdi Eskiye döndür beni usta Ne güzel kokardım oysa Ahşap ve talaş Vitrinde  durunca biraz Kıskanırdın beni çocuklardan Ne olur içeri al beni usta Beni okula yollama Sırt çantamı şu yolda yak Cehalet mutluluktur Ben sevmedim insan olmayı Beni yine tahtaya döndür usta

GİTMEK

Bir gün gitmek isterim Elimde kuru bir dal Kuzuların peşinden, ıssız bir aydınlığa... Yaksın isterim güneş Soluk beyaz benzimi Haykırayım yenilmez Çimenler karanlığa... Bir gün sövmek isterim Uçurum  kıyısından Rüzgarlar savururken Ağarmış saçlarımı Atlayıp mutluluğa Kollarımı açarak Yargılamadan BEN'im Sahte amaçlarımı

GÖÇ

Yanlış hatırlamıyorsam bana yüz çevirdiğin talihsiz  günün ardından , on altı ay, altı  da mevsim geçti. Tam toparlıyordum aslında, saymayı bırakmıştım pervazlara ürkmeden konan kırlangıçları. Tam alışıyoruz onlarla birbirimize,  sonbahar geliyor. Belki onların göç yolları da benim evim gibi karanlıktır. Işığın yokluğu kuşlara da korku salar mı ne dersin, kalma ihtimalleri vardır belki. Belki bu yüzden temelli kalacaklarmış gibi sağlam bu çamurdan evleri. İçeride neşe içinde öten bebekleri var ama!  Az kaldı biliyor musun uçmasına. Güz gelmeden önlerine katacaklar onu. Yine de yuvasından başını çıkarıp korku içinde aşağı bakan kocaman siyah gözlerini görünce,  ne senin gidebileceğine ne onun uçabilecegine inanmıyordum. Ama ayrılık rüzgarları sonbaharı müjdelerken,  sabah balkonumda bir kanat sesine uyandım. Gözlerimi tavana dikemeden düştü yanağıma bir hatıra  gibi o yumuşak tüyü kırlangıçın, işte gidiyorlardı... Peki sizin oralara gelmedi mi sonbahar?  Vakti gelmedi mi göçmeni

ARKO KREM TÜTÜN KOLONYASI VE ÖĞRETMENLER GÜNÜ

Öğretmenler gününün bende en derin olarak yer etmiş dönemi ilkokuldur. Hediyeleşme merasimlerinden tutun da, okul çıkışı öğretmenin elinde tuttuğu hediyeler arasında sizinkinin olup olmadığı sorusuna kadar, bu günün kalbe ağır gelen ritueli içinizi kemirir. En kötüsü de okul çıkışında öğretmenin tutmakta zorlandığı bu hediyeler arasında sizin hediyenizin olmadığını kesinlikle bilmenizdir! Fakir Anadolu çocuklarının  zihinleri üzerinde kalıcı hasarlar bırakabilecek, travmatik bir gündür 24 Kasım. O gün hasta numarası yapıp okula gelemeyen çocuklar,babalarının komodin üzerine bırakmadığı çarşaf boyunda paraya sebep, vurdum duymazlıklarını  yüzlerine haykırmak için akşamı beklemek zorundadırlar ,çünkü henüz cep telefonu icat edilmemiştir.  Bir de gerçekten bir hediye alacak gücü olmadığı halde o gün okulda olmak zorunda olan çocuklar vardır. 24 Kasım bir film olsaydı en dramatik sahne onların gözünden çekilirdi. Bir yandan sulanmış gözleriyle  öğretmenin bir gökdelen gibi yüksel

NAFTALİNSİZ YORGANLAR

Bu adam beni kaçırdıktan sonra yıllarca bana zorla naftalin yediriyordu. Görme kaybımın tek nedeni de bu. Ölmediğim için şanslıyım. Arthur baba beni yanına almasaydı büyük ihtimalle şu an ölmüştüm.  Salonda bir anda uğultular yükselmeye başladı. Bir belli belirsiz gülümseyen ve şaşırmış davalı adama, bir de bu ürkmüş genç  avukata bakıyorlardı. Shamara davalının yanından uzaklaşıp öne  doğru yöneldi. Gözleri birini ısrarla görmek istercesine sonuna kadar açıldı. Sendeleyerek ilerledi.  Sarı uzun  saçları siyah ceketinin üzerine düşen katip kızın kürsüsüne tutunabildi.  Titreyen çenesinin ucundan damlayan gözyaşları cilalı ahşabın üzerine birikti. Salon iyiden iyiye gürültüye boğuldu. "Tak tak tak."  Yargıç Bill Warren  tokmağını üç kez  masaya indirdi. Kalabalık bir anda O'na döndü ve saygıyla sustu. Yana taranmış beyaz seyrek saçını sol avucunun  içiyle düzeltti.  " Bayan Shamara" dedi. " Pekala sıcak yatağından kalkmış herhangi bir adam da naftalin

HOKKA

Yaşadım kesiğinde Bir çizgisiz kağıdın Mürekkep akıtarak içime Hokka gibi doldum Sıyrılıp usulca Bir kuşun yorgun kanadından Yazarak adını Damla damla öldüm.

BECERİKSİZ SİHİRBAZ

Neden bilmiyorum, dünyayı uzun bir süre terketmek istiyorum. İçimde halkasını arayan bir Satürn var. Şimdilik dimdik ayaktayım evet ama sen bilmiyorsun , ikinci katı atılan ama temeli unutulan bir betonarmeyim. Her an kendime çökebilirim. Bununla birlikte tam ortasındayım sanırım yaşamın, hayatın tam ortasında, o kadarcık yaşarsak  yani yirmi birinci yüzyılda... Yine de tam bir ortaçağ Avrupası halim,  içimde giyotine gönderilen masum anılar var. Tanrı 'nın adını  öğrendiğimden beri emirler ve yasaklar . Acaba diyorum, elmanın da yasağı mı olur diye itiraz etmediği için mi Adem, bugün hâlâ sayısız günahların bedelini ödüyoruz. Aslına bakarsan öykü yazmak istiyorum bu akşam , içince buruk vedaların olduğu. Ama kalemim kaçıyor nemli kirpiklerimin gölgesine sığınmış  gözyaşlarımdan. Bir korkağım,  annesinin eteklerine sığınan. Oradan başımı kaldırıp bana gülmeyeceklerinden emin olursam, sihirbaz olmak istiyorum,  bir şeyleri kaybetmek en azından... Ama yine de  kendimden ve meç

SOKRATES'İN EKSİK HEYKELİ

SOKRATES'İN EKSİK HEYKELİ Bundan yaklaşık iki bin beş yüz yıl önceydi. Basık burunlu, önü kelleşen saçlarını arkadan sırtına doğru uzatan, göbekli çirkin bir ihtiyar, “ahlak felsefesinin “ temellerini atıyor , ancak gençleri tuhaf bilgiler ile zehirlediği ve Atina’ya yeni tanrılar getirdiği gerekçesi ile idama mahkum ediliyordu. Sokrates, kendisinden iki bin beş yüz  yıl sonra;  hemen yanı başında yeni tanrılarla tanışmış bir ülkede, idama mahkum olan bir gencin , yaşı henüz ölüme tutmadığından, proteinsiz büyütülüp asıldığından haberi olamadan, zehri bir nefeste dikleyerek bu diyardan göçüp gitti. Ucuz bir baldıran zehirini bir dikişte içemeyecek kadar talihsiz bu gençlerin, boyunları kıtır kıtır kırılırken, Soktates’in heykeli, pişman olmuş şehir ahalisi tarafından , Atina tapınağına bir anıt olarak koyuluyordu. Derler ki ; zamanın ve tüm zamanların en iyi filozofu olan Sokrates’e, dünyanın envai çeşit yerlerinden insanlar gelip, ders almak istemiş ancak Sokrates bunu ka

BENİ BURADA BIRAK

Kötü bir kabusun üzerine , yüzümde zincir gibi terlerle  uyanabilmeyi ne çok isterdim. Bizden öncekilerin tarih boyunca anlamladırmaya çalıştığı ama başaramadığı bu saçma hayatın , aslında sıradan gerçeklerin mantıklı bir kombinasyonu ve nasıl olsa benim gibi herkesin de bir ölümlü olduğunu kendime tekrar  hatırlatır, geceleyin tost ekmeğinin arasına çift kaşar koyardım sakince... Göbeğimi de yanıma alır, gece programlarına takılırdım. Gözüm yine dalar, yarın ki güzel sabahıma keyifli bir  ağız şapırdatırdım. Ancak bu yoğun karabasanlar artık canımı yakmaya başladığından beri, uykularım da yörüngesinden çıktı. Uzayda amaçsız süzülen, çizgili pijama giyinmiş bir uyur gezerim! Cebimdeki paket bir düşerse yanlışlıkla, tüm galaksi sigaraya başlarmış gibi geliyor. Uzay ne kadar kalabalık ve yalnız; aynı İstanbul gibi... Canım yandıkça, göçmen bir kuşun kanatlarına yapışıyor çığlığım, sıcak yerlere göçüyor kötü kehanetim, mutsuz yuvalar, son darbeyi benden yiyip bahtsızlıgımla dağılıyor

DÖRDÜNCÜ KATTAN GELEN SUCUK KOKUSU

Amcamın yıllık ücretini peşin verdiği özel yurdun, dördüncü katındaki iki kişilik odaya valizimi sürükleyerek girdim. İki bin bir yılının  Eylül ayı başında dahi, İzmir 'de  fena bir nem ve  insanı betondan soğutan acayip bir sıcak vardı. Ranzanın üst katına postu serme nedenim, gelecek olan oda arkadaşıma bir dirseğimi yatağa verip, tespihle  şekil yapmak değil, geceleyin camı rahat rahat açıp gizlice sigaramı içebilmekti. Kendisine sonradan hep "Kayserili" diye hitap edeceğim  Muhammed de bir gün sonra geldi, istemeye istemeye yarım ağız alt kata razı oldu.  Kayserili de güzel sigara içerdi. Ara sıra yukarıdan aşağıya ona türlü muziplikler yapar, ilişkimize taze tatlar katardım. Mesela,  kafasına üstten su döker,  yada deodorantı çakmakla tutuşturur ateş oklarına maruz bırakırdım. Kayserili sakin ve sabırlı çocuktu, birbirimizi sevdiğimizi bildiği için,gece söylenir, sabah kahkaha ile gülerdi. Bornova 'da kampüsün tam karşısındaki bu yurtta Kayserili ile diyal

SENİ ARARDIM

Sen hâyâl tarlamıza umut ekerdin Ben gece pencereden yıldız toplardım Sakin ve duygusuz bir hekim gibi Sakat anılara neşter atardım. Sen hakimdin ortaya bir soru sorardın Ben katiptim, gülüşünü yazardım Şairdim karanlık hücrelerinde Sensiz doğan güne kafa tutardım Sen kalbimdin her an benle atardın Ben dilindim, hep canımı yakardım Bir tutam topraktım avuçlarında Üflesen dağılır, seni arardım...

KARA KEDİ / ŞAMARLA GELEN LANET

Rutin dini vecibelerimi yalan dünyanın zalım düzenine uyup unuturken, nasıl olur da yirmi yıldır her kara kedi gördüğümde saçımdan bir tel koparmaya üşenmem anlamadım gitti.  İster yaya olayım, ister aracı ben kullanayım hiç  farketmez, bir kara kedi önümden geçmişse elim panikle saçıma gider ve en kısa sürede  bir saç telimi koparıp havaya üflerim. Son yirmi yılda benim kafamdan kopardığım saçları Süleyman Demirel 'e ekseler ,o dinamizmle üç koalisyon daha kurardı rahmetli. İşin ilginç yanı, her fırsat bulduğumda bağnazlığı ve batıl gördüğüm inanışları acımasızca eleştiren ben,yıllarca ve hatta şimdi bile kendi batıl inancımın gayet  normal olduğuna  inandım. Tek suçu tüylerinin siyah olması olan bu gizemli arkadaşın hikayesi ve talihi, tarih  içinde değişmiş durmuş.  Aslına bakarsanız milattan önce 3000 li yıllarda Mısırlılar bunları kutsal belleyip koruma altına almış, kanunlar ile kendilerine bugün devletin  memuruna tanınmayan haklar tanınmış.Kara kedi  sendikasıydı, de

BEDENLER FİGÜRANDIR

Hayat, kaldırımın iki tarafında da trafik  ışıkların olmadığı ve  trafiğin iki yönlü çok hızlı aktığı tehlikeli bir yol gibi. Sen ise tüm zorluklara rağmen karşıdan karşıya geçmeye çalışan sıradan bir  hayvansın.  Yaşamak, hatta son bir nefes alabilmek için çok şey feda edebileceğin değerli  bir geçiş bu .Dede yadigârı, yorgun bir sehpanın üzerinde, aheste aheste birikmiş ve her gün bir kaçı vernik kokulu döşemenin üzerine düşen takvim yapraklarının hüzünlü harmonisi değil onu değerli yapan.Hiç bir zaman  kendine itiraf edemediğin ama yine de içinde sakladığın o garip canlıyı bir sonraki güne taşıma gayreti. "Kendini bil " derken gerçekten aynada gördüğün o masum  seni kastetmiyordu Yunus . Onca acıya, ısdıraba , kendini unutuşa rağmen, yine de bir gayretle üreme telaşı... Kendini bilmeye ayıramadığın zamanların, sana garip bir hediyesidir, hemen ensende bir yerde, soğuk terle gelen varoluş nöbetleri . Bunu da kendi kendine yarattın. Henüz sen kendini bilemezken,  kendin

GERDANLIK

Üniversiteden mezun olduktan sonraki işsiz ve  huzursuz gençlik vakitlerinden  biri, zamanı  genellikle  Ganita 'da çay ve sigara içerek öldürdüğüm sıradan bir yaz günüydü. İki bin yedi yılı olduğunu üniversiteden mezun olduğum yıl  olduğu için hatırlıyorum. Müstakbel eşim Arzu  ile O' nun ehliyet sınavından çıkmış, geleceğin tatlı  planlarını kaçak göçek yaparken,ben  kısa Winston alacak param olmasına şükürler ediyordum. Bir sohbet arasında  Arzu, lavabo için izin istedi. Son bir yarım nefes çektiğim izmaritimi küllüge basarken, yüzünde şaşkınlık ve tedirginliğin iç içe geçtiği bir ifade ile bizimki  geri geldi. Lavabo 'da bir poşet bulduğunu ve poşetin içinde altın bir gerdanlık olduğunu söyledi. Hele bi bakayım dedim. Gerdanlık parmak kalınlığında, belli ki paraya kıyılıp alınmış. Garsona mı verelim, belediyeye anons mu ettirelim diye düşündük önce . Sonra kendimizce bir çözüm bulduk. Arzu masaları tek tek dolaşıp "değerli bir eşya kaybedip kaybetmediklerini &quo

EVLİYA BOOKİNG

Bazen çevreme bakıp, özgüvensizligimiz ve bir zamanlar  dünyaya damga vuran baskın geçmişimiz arasındaki saçma çizgiye bakıp şaşırıyorum. Kendime tekrar tekrar soruyorum,  nasıl oldu da bir zamanlar millet olarak ürettik,  dünyayı yönettik ve dosta güven  düşmana korku saldık. Ve nasıl bu hâle geldik... Her konuda olduğu gibi seyahat konusunda da aynı donuk tavrımız ve küçümseyen şark kurnazı gözlerimiz. Oysa sehayat dediğin turizm demek. Bugün bırakın Paris'i Roma'yı, kendi ülkemizde 50 milyar dolarlık bir gelirden bahsediyoruz ki bu rakam tüm ihracatımızın ortalama yüzde 25 ini oluşturuyor. Evinden dışarı çıkmaya üşenen bir toplumun, Evliya Çelebi adında 42 yıl boyunca doğu,  batı,  kuzey,  güney demeden  seyahat eden bir atası nasıl olur? Bir Allah ve O'nu anlamayan kulları,  bir peygamber ve O'nu hazmedemeyen ümmeti, bir Fatih ve onu kavrayamayan çocukları  bir seyyah ve O'nu anlamayan torunları... İşte yirmi birinci yüzyıl ortadoğu coğrafyasının panoram

BÜYÜK ŞEF VE KAR

Göründüğü gibi değildi dostum kar. İçi yünlü botlarını yarım metre içine soktuğun bu kar, sabaha kadar üstüme yağdı benim. Göründüğü gibi değildi. Açıkta alabora olan bir gemi gibi, tenhada karşıma çıkan o bıçaklı ve  sarhoş adam gibi ölümü hissettirdi bana. Biliyor musun donarken anlamıyormuş insan. Tek tesellim, doğruluğunu teyit edemediğim bu sıcak cümlenin, uyuşmuş parmak uclarımda bıraktığı zavallı bir mutluluk duygusuydu. Saatin kaç olduğunu öğrenmek için sekiz kişiye sormam gerekti. Dördü beni görmemezlikten geldi, ikisi korktu benden, biri yüzünü ekşitip, karları ezerek uzaklaştı ıssızlığından. Biri bana abi diye hitap etti, benim gözlerim doldu. Saatine baktı ve gülümseyerek yediye beş var dedi. Tam on iki saattir metropol dediğiniz hapishanenin olmayan camlarında buğular yaratıp, çizdiğim dairelere tapınıyorum. Karı top yapıp oynamaktan, ilkokulu terkettiğim yıllarda vazgeçtim. Minik parmaklarımda bir muska gibi satılık kağıt mendiller ve arabaların beni görünce depreşen

GİDELİM Mİ

Her yeri sararken bahar telaşı Çiçekten yıkılırken ayvalar Bu son şansımız belkide, Gidelim mi? Tutturmuşken bir türkü altımda çimen Tepemizde acayip bir güneş Ve kıyıda karabataklar, Gidelim mi? Vedalar açar kilidini kalbin Bazen kalmak daha zordur İki bilet ucuzundan hepsi bu kadar Gidelim mi? Gidelim, Kaçalım, Ayyuka çıkalım! Gidelim mi?

SOSYETE BÖLÜĞÜ / SİRİM PİT

Okuldu, sınavdı, işti derken yaş hafiften kemâle dayandı, yirmi yedi oldu.İki  bin dokuz yılının Ağustos ayında vatanî görevimi yapmak üzere Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından orduya alındım. Alındım derken işte, elimde Dyo boya reklamlı, orta boy bir valiz ile nizamiyeden giriş yaptım. Askerliğini yapan abiler ve arkadaşlardan aldığım tüyo üzerine, mantığımı  Gaziantep 5. Zırhlı Tugay 'ının büyük sürgülü  kapısının ardında bırakıp beş ay beş günlük kısa ama hızlı askerlik macerama, ürkek bir adım attım.  Herkes yeşiller içinde. Karıncalar gibi bir yerlere koşturuyor. Çok kalabalık, ama bu kalabalığa imkan vermeyen gizli bir düzen var. Acemi askerim,  bir an önce bölüğümü bulmaya çalışıyorum. Elimdeki kağıtta  TOW Bölüğü yazıyor. Önüme gelene bölüğümün yerini soruyorum. Bu kadar acele etmeme gerek olmadığını, bölükte bensiz de bir şekilde işlerin yürüyebileceğini henüz idrak edemiyorum. Kağıdımı okuyan bazı erler ve komutanlar "Allah Allah" bilemedim der gib

MUTLULUK ÜZERİNE / ARKA BAHÇEDEKİ YALNIZ TABLOLAR

Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinin, gözümüze en çok sokulan  kavramı da "mutluluk" oldu. Şarkılarda, sözlerde, akıl vermelerde. Varılması gereken zorunlu bir hedef gibi pazarlanıyor yirmi beş yıldır.  Ürünün adı ve satıldığı mecra önemli değil, tesadüfen denk geldiğimiz bir radyo frekansından satılan  bilmem ne yağının, bilmem ne boynuzunun ne idiğü belirsiz   kreminin vadettigi duygunun çıktığı kapı belli artık. En kurumsalından, en ilkeline, şirketlerin üzerimize tüm iyi niyetleri ile abandığı bu soyut tecavüzün adı mutluluk. Kapitalizm, insanların satın alma güdülerini harekete geçiren ana dürtünün "mutluluk " olduğunu keşfettiğinden beri,her şirket sattığı ürünün acayip bir   mutluluk duygusu vereceğini vadediyor. Her yer gülen suratlarla dolu. Herkes satın aldığı biricik ürününün yanına kıvrılmış,mutluluktan ölmek üzere.Bu sarhoşluğu deneyimlememiz için bir tık uzaktalar.Eskiden insanlar kıyıda köşede neyi varsa denkleştirir ev alırdı. Şimdi 4+1 mutlu

UMARSIZ BABA VE ŞIMARIK KIZ

Temmuz güneşi,nemi de yanına alıp, asfaltı pişiriyordu. Otobüs durağındaki insanlar, metal durağın içeriye verdiği sıcağa daha fazla dayanamayıp güneşin altında beklemeye razı oldular. Sırt çantası ve salaş giyiminden sporcu olduğu anlaşılan Cem'in , kulağındaki kulaklıklar ve ayağıyla asfaltta tuttuğu tempoya bakılırsa, sıcak pek de umrunda değildi. Kırmızı renkli, bir dershane reklamı ile giydirilmiş üç kapılı otobüs, bol bol "SSS" sesleri çıkararak durağa girdi. Cem sıraya girmek için de bir çabada bulunmadı. Şoförün dikkatli bakışları arasında  kartını cihaza  gösterip, ekrandaki yetmiş beş kuruş yazısını gördükten sonra arka sıralara doğru yürüyüşe geçti. Solunda kalan orta kapının, iki sıra arkasındaki boş koltuğa geçip yayıldı. Elleriyle kocaman kulaklıklarını tutup, teninden ayırınca; terlemiş kulaklarını, üstteki küçük pencerelerden gelen hava okşadı. Çantasından Diderot 'un "Rahibe" sini  çıkarıp kaldığı sayfayı bulmaya çalıştı. Bu sırada ot