
Çocukluğumun en güzel yanlarından biri de, seksenli yılların sonu ile doksanlı yılların başına denk gelmesiydi.
Mahalle kavramının son demlerini dibine kadar yaşıyorduk. Komşularımız tek tük apartman daireleri alıp taşınırken, mesai sonrası ,soluğu yine bir türlü kopamadığı mahalle kahvesinin bol talaşlı çayında alıyordu. Apartman dediysem henüz asansörlü olanlar değil. Onlar iki binlerin başına doğru yaygınlaşacak, artık ikinci nesil apartman çocukları, ışıl ışıl soğuk asansörün şeffaf camından üst katlara tırmanırken, aşağıda kalan mahallenin direnen son evlerine bir hayalet gibi bakacaktı.
Mahalleden ilk taşınan Barış 'ların ev sahibi Hayriye teyzeydi. Sonra hacı amcamlar taşındı. Çok duramadan geri dönüp mahallede kendi apartmanını yaptırdı.
Mahallenin, ahaliyi kendi öz kaynaklarına döndüren enteresan bir ekonomik döngüsü vardır.
Bizim mahalle de diğerleri gibi, ekmeğinin peşine en az on iki saat koşturan babaların çocukları ile şenlenir, çocukların geleceği biraz da kendi halinde şekillenirdi.
Mahalle toplumsal sınıflaşmayı kesinlikle kaldırmaz, iyi yada kötü her hareket herkesin çocuğunda görülebilirdi.
Ayrıca mahalle çocuğu, bizzat vahşi yaşamın bağrında büyüdüğü için, herkes birbirini tanır, sayar sever ve birlikte zaman geçirirdi. Yok efendim bu hırsızdır, bu piçtir konuşmayayım; bu esrar içer, bu komünisttir muhatap olmayayım diye bir şey söz konusu olamaz. Herkes herkesle asgari müşterek muhabbet etmek zorundadır. En kötü ihtimalle kavga eder, yine de iletişime geçer. Bir bakmışsın imamın oğlu bir kuytuta şarap içer, bir bakmışsın şarapçının oğlu camide müezzinlik eder.Mahallenin delisine bile sahip çıkılır, sigarası cebine konur, çayı önüne gelir. Öyle beleşten kafa yapmak olmaz. Herkes kendine özgür, birbirine bağımlıdır ve kimse buna şaşırmaz.
Ben o zaman, iflas etmiş ve yeni bir düzen kurmaya çalışan bir esnafın oğluyum ,maddi durumlarımız mahalle standartlarında. Sosyal durumumuz hızla uçuruma gidiyor. Kaçaktan içilen sigaralar, denize kaçmalar, kavgalar. Kişisel gelişimimiz adına yaptığımız en önemli şey , serçe parmak ile yüzük parmağımızın arasına sıkıştırdığımız sigaranın , diğer elimizi siper ettiğimizde , yukarıda oluşan boşluğundan duman çekmekti. Boğazı çok fena yakardı ama iyi karizması vardı!
Ortam genel anlamda bu, ama yine de mahalleden ODTÜ kazananlar yok değildi. Gökhan abi gibileri, apartmana dönüşen bu doğal yaşamdan bir ODTÜ mühendisliği çıkarmış, Piç Turgut gibileri de , yanıbaşında her gün sayısı artan bu yeni apartmanları , farklı meziyetleri için bir fırsat olarak değerlendirmişti.
Sıcak bir yaz günü denizden dönerken aşağı mahallede rastladım Piç Turgut ' a. Turgut bıçak taşır, bali çeker ve çok kavga ederdi. Onu görünce eyvah dedim. Saracak bana diye. Ama abime güveniyorum. O sıra abimin yaptığı bir iki kavga sebebi ile namı yayılmış, bu yüzden bana fazla yüklenemiyorlar.
"Naber Musti" dedi Turgut . İyiyim abi senden naber dedim. "İyi" dedi. Okey taşlarına benzeyen krem rengi büyük dişleri, yeni yeni terleyen bıyıklarının altından hep gülümserdi. Tehdit eden bir gülümsemeydi bu. İnsan korkardı.
Yeni bir apartmanın önünde duruyorduk. Önünde beş basamaklı uzun parlak mermer merdivenlerin olduğu şu yeni apartmanlardan."Gel şu apartmanda bi işim var, tut şunu" dedi ve elindeki poşeti bana uzattı. Poşeti aldım ve peşine düştüm. Önce kapının altından parmaklarını soktu ve büyük demir kapıyı araladı. Turgutlar burada mı oturuyor lan, düşüncem boşa çıktı. Katları çıkmaya başladık, O önde ben arkada, ikinci kata geldik, durdu. Ayakkabılarını gelişi güzel çıkarıp sağa sola savurdu. Acaba zili çalıp içeri mi girecek dedim. Sonra kapının önündeki yeni krem rengi bez spor ayakkabıları ayağına giydi. Sakin sakin inmeye başladık yine, O önde, ben arkada. Bizim mahalleye doğru yol alırken, n'oldu abi dedim şimdi ben anlamadım? " Apartman Kundura oğlum" dedi. "Ama adam olacaksın, adamın kösele ayakkabısını alıyorsan kösele bırakacaksın, sipor alıyorsan sipor !"
Bunu derken bendeki emanet poşeti aldı ve içindeki çıkardığı eskimiş kahverengi kösele ayakkabıları kontrol etti. Resmen yamaklık yapmıştım Piç Turgut 'a. Ama en azından prensipleri var, memuru , işçiyi mağdur etmez, takım elbisenin altına spor ayakkabı giydirtmez Turgut abimiz. Racon böyledir mahallede!
Gel zaman git zaman, benim Almanya'da işçi olan büyük abimin hediyeleri ile mahallede moda rüzgarı estiriyoruz. Adidas 'ı bırak parayla almak vitrinde görmekte zorluk yaşayacağımız yıllarda, yastığın altına katlayıp uyuyoruz. Ortanca abime o kadar güzel bir ayakkabı getirmişti ki, her gün ayakkabının hayaliyle yanıp tutuşuyorum. Ayağıma iki numara büyük. Kimin umrunda, ben önüne mendil koyar yine giyerim. Abime kaç gün yalvardım, bugün de ben giyeyim diye. Ama çok değerli, izin vermiyor. Bir gün, türlü şaklabanlıklar yapıp ikna ettim. Yarın ben giyeceğim, söz verdi abim! Ama o mavi zeminin arasındaki beyaz çizgileri bir çamur olsunmuş, ağzıma sıçarmış benim. Yemin ederim hep güneşli yerlerden giderim abi...
Sabah uyandık, müstakil bir evin üçüncü katında oturuyoruz. Abim törenle verecek ayakkabıları, son kez bakacak.Önce kapıyı açtı, tahtadan çakılmış, önüne muşamba raptiyelenmiş ayakkabılığın üstüne baktık. Adidas ayakkabılar yok. Hemen muşambayı kaldırdı, içeriye göz attık, yok!
Dikkatli bakınca kenarda bize ait olmayan bir çift ayakkabı gördük. "Bu ayakkabılar kimin lan" dedi abim. Ayakkabıları görür görmez hemen tanıdım. Bunlar Piç Turgut 'un aşağı mahallede ayağına yaptığı apartman kunduralarıydı. Spora spor! Turgut yine aklınca mahalleliyi mağdur etmemişti. "Ben biliyorum kimde olduğunu abi" dedim. Ayakkabıları kolumun altına aldığım gibi soluğu Piç Turgut 'un yanında aldım. "Abim seni arıyor , hemen kaç, ayakkabıları bana ver" dedim. "Yemin ederim, bilmiyordum sizin orada oturduğunuzu " dedi. Tamam ben söylerim abi dedim ayağından bizim emanetleri aldım.
Ayakkabıları ayağıma giyindim, göğsüm önde, kollarım yana açık, abimin balkondan yarı gülen yarı ışıldayan gözlerinin altında, kabarık bir horoz gibi mahalleye girdim...
MUSTAFA KEMAL YAVUZ
28.10.2017
Yorumlar
Yorum Gönder