Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Şubat, 2017 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

UMARSIZ BABA VE ŞIMARIK KIZ

Temmuz güneşi,nemi de yanına alıp, asfaltı pişiriyordu. Otobüs durağındaki insanlar, metal durağın içeriye verdiği sıcağa daha fazla dayanamayıp güneşin altında beklemeye razı oldular. Sırt çantası ve salaş giyiminden sporcu olduğu anlaşılan Cem'in , kulağındaki kulaklıklar ve ayağıyla asfaltta tuttuğu tempoya bakılırsa, sıcak pek de umrunda değildi. Kırmızı renkli, bir dershane reklamı ile giydirilmiş üç kapılı otobüs, bol bol "SSS" sesleri çıkararak durağa girdi. Cem sıraya girmek için de bir çabada bulunmadı. Şoförün dikkatli bakışları arasında  kartını cihaza  gösterip, ekrandaki yetmiş beş kuruş yazısını gördükten sonra arka sıralara doğru yürüyüşe geçti. Solunda kalan orta kapının, iki sıra arkasındaki boş koltuğa geçip yayıldı. Elleriyle kocaman kulaklıklarını tutup, teninden ayırınca; terlemiş kulaklarını, üstteki küçük pencerelerden gelen hava okşadı. Çantasından Diderot 'un "Rahibe" sini  çıkarıp kaldığı sayfayı bulmaya çalıştı. Bu sırada ot

BEN KARATENİN BİR FAYDASINI GÖRMEDİM

Adı bende kalsın.Bir çocukluk arkadaşım vardı, karate yapıyordu.Gerçi o zamanlar herkes karate ve benzeri dövüş sanatlarına fazla ilgiliydi. Jan kulod van dam, Ceki Ceyn, Burus lii... Ortalık kırılıyor! Hatırlayanlar iyi bilir, şimdiki kahve salonları gibi o zaman da video salonları vardı. Parasını verip bir sandalye kapıyorsun, meşrubatını kucağına alıp , filmini izliyor, bir kaç hareket kapıp  çıkıyorsun.Hareketi kapıp çıkanlardan biri de maalesef bizim ailedendi. Bu ünlü dövüşçü kervanının meşhur olduğu yılların, abimin ergenlik dönemine denk gelmesi benim cidden şanssızlığımdı. Dirsek ve diz hareketlerinden, döner tekmelere,paytak yürüyerek dayak atan sarhoş turna stilinden,zıplayıp yumruk atan çekirge stiline, alın hizasına sarılan yamalarla oluşturulan şampiyon çocuk stilinden, parmakları önde kavuştarak ileri doğru gel-git lerle rakibi tehdit eden zehirli kobra stiline kadar, üzerimde denenmeyen hareket kalmadı.Şükürler olsun; vcd, dvd derken,video oynatıcıların evlerde ma

MUTSUZLUK RADYOSU

Genç adam yine mutluluğu uykuda arama hevesiyle yorganın altına girdi, her zaman yaptığı gibi kahverengi şeritli küçük radyosunun sesini birazcık açtı , ve göz kapakları ağırlaşırken, sözü radyoda konuşan tok sesli adama bıraktı : "Hayatlarımızı esir alan bu açlık ve barınma korkusu... Gencecik olanından tutun, tabuta en yakın olanına kadar, milyonlarca yıldır atalarımızdan   devraldığımız bu en sefil korkular! Ne çalıştığından keyif alıyorsun, ne akşamından günün.Dinlendirmiyor seni ne koca koca hafta sonları, ne demlik demlik çaylar, ne de yoğun duman altında boşalan bardaklar.   Hiç biri yaşam sevincine pis tırnaklarını geçirmiş bu iki korkuyu çekip alamıyor yakandan. Ne zaman hayat kısa deyip dinlesen kendini ve gerçekten mıh gibi saplansa beynine ölüm gerçeği,- buna idrak diyorlar bu arada canım- pusu kuran korkuların yeniden abanır tüm gücüyle üzerine.   Sonra bulutların şekillerini hayvanlara benzetmek yerine, güneşli havaya hasretim diye söylenirsin .   Ay sonunda

VEDA

Seni fani olmadığımız,kendimize ait olan ve birbirini boğazlamadan yaşayan insanların meskun ettiği bir gezegende tanımalıydım. Kıyılarına bebeklerin değil ılık suların vurduğu Bodrum akşamlarında, terli fanilalarımızla kumsala uzanıp sırt üstü,yıldızları izlerdik. Tezgahlarında delik deniz botları yerine, taze salatalıklar satılan zeytin kokulu Ege pazarlarında canım, bir merak uğruna ca nsız bedeni uzayda süzülen bir astronotun gözlerinden son kez bakardık mavi dünyamıza.   Kuzeyinde bembeyaz buzullar, Amerika 'da balık avlayan yerliler ve Ortadoğu'da barış! Bir de henüz aydınlanıp insan iliği emmeyi öğrenmemiş cahil Avrupa!   Sence bir gün dönüp birbirlerine bir rüyadan uyanmış gibi, sorar mı insanlar; neden bütün dünya nimetlerini borçlu olduğumuz bilim adamlarının değil de, boş laftan başka hiçbirşey üretmeyen politikacıların önüne on binler olup dizildik diye.   Bu on binlerin sevk ve idaresinden sorumlu olanlar ile damarları onlara benzeyen ancak yakaları farklı

BERDUŞ

                                                        Telefonum bir yerlerde çalıyor yine. Ayağımı sürüyerek gittim.Müzik dinleyip çocuklara çorba yaparken,sesi eko yapsın, daha iyi çıksın diye mutfak dolabının içine koymuşum.Arayan bizim Olcay. Geç bir zamanda tanıştık.Trabzon'a gelmiş yoktu epeydir. Görüşelim dedi. Güzel sohbet ederiz onunla. Dolu adamlarla hep güzel sohbet edilir zaten. Muhabbeti açacak, genişletecek, bazen bilmediğin bir şey söyleyecek, ummadığın bir şeyi öğretecek. Ha işte Olcay öyle bir adam. Ancak rahmetli annesini vakitsiz kaybedince, umduğu gibi bir çocukluk geçiremeyen, üvey anne elinde büyüyen, sanırım biraz da bu yüzden erken yara almış, bu yaraları onarmakla biraz fazla zaman geçiren bir arkadaşım. Bu çocukluk ne tuhaf şey! Neden koca bir çınar, dikildiği günün havasına göre yaprak sallandırır ben anlamış değilim. Bizimki psikolojiyi bozmuş. İlaçlar, doktorlar, cigaralar, alkoller... Sonra yine ilaçlar ve doktorlar. Önünde sonunda soluğu arabanı

TK- 2834 SEFER SAYILI TRABZON UÇAĞI

                                        Büyük şehirlerin kocaman havalimanlarında ilgimi çeken en önemli şeylerden biri de uçağa gidiş kapıları olmuştur. Uçağın gittiği yer büyük oranda o yörenin halkını taşıdığından; kapının önündeki bekleme salonundan, son güvenlik kontrolünün yapıldığı kuyruğa kadar buram buram gidilecek yöre kokar.  Örneğin, eğer Erzurum uçağı kapısının önündeyseniz, en hası ndan Erzurum şivesinin konuşulduğu, kara kaşlı kara gözlü insanlarla; kasketli yaşlılarla , büyük valizlerini bagaja vermenin ruhlarında oluşturduğu geçici tedirginliği üzerinden atamamış pardesulü teyzelerle karşılaşmanız büyük olasılık. Yada İzmir uçağı kapısının önündeyseniz, çiçekli şalvar giyen yuvarlak yüzlü sevimli bir teyze ile hemen yanında büyük bir ciddiyetle gazete okuyan bir amcayı görmemek işten değildir.  Sanırım en karakteristik ve sıradışı insan gruplarından biri de Trabzon uçağı kapısında bekleyenlerdir. Eğer bir yerde çabuk çabuk konuşan ve hareket eden, kelimelerin so

YANLIŞ ANLAMAYIN BEN HIRSIZIM

İki bin bir yılının Eylül ayı geldiğinde,hâlâ sevimsiz olan Trabzon otogarının gri peronlarından İzmir 'e, yaklaşık yirmi dört saat sürecek yolculuğum başladı . Bu güzel şehre ikinci kez ama bu sefer biraz daha uzun vadeli misafir olmaya gidiyorum. Görünen sebep üniversite olsa da, aklımda Altay maceramın ikinci hamlesi var. Sakatlık, lisans sorunları derken hayalimden gerçeğe kalan Ege Üniversitesi edebiyat fakültesinin soğuk duvarları oldu. Soğuk diyorum da yalan değil! Sordum soruşturdum, bizim fakülte eskiden uzun bir süre morg olarak kullanılmış meğer.  Bornova'da bir yurda yerleştim ve yavaş yavaş çevreyi tanımaya çalışıyorum. Büyük park, küçük park, öğrenci mekanları. Sonra biraz daha uzağa. Kemeralti, Konak... İzmir'in merkezi. Bizi kısa sürede ve ucuz yoldan, Bornova'dan Konak 'a bağlayan ise büyük şehir alâmetlerinden biri olan Metro. Küçük şehirden gelen bir Anadolu çocuğu olarak, ilk ayların verdiği memleket hasretini,bu büyükşehir hayranlığı ve İzm

SANA NE OĞLUM ELEKTRİKTEN

                  L ise ikinci sınıftayım, yaşım on beşten biraz büyük. "Ders çalışmama" gibi hayatımın geri kalan bölümünde bir daha asla telafi edemeyeceğim kötü bir huyum var. Kimyayı anlıyorum, fizik de hoşuma gidiyor, matematik problemlerini biraz zamanımı alsa da bir şekilde çözüyorum. Ama o tuhaf sayılar, rakamlar, obebler, okekler...Hepsi birikince bir matematik ödevi değil de sanki bana Yenicuma'yla Bahçecik'i birbirine bağlayan bir asma köprü yapma vazifesi verilmiş hissiyatına kapılıyorum. Sonunda kitabı defteri odaya atıp teselliyi ya tek kale maçta, ya da mevsimine göre meyve veren bir ağacın tepesinde alıyorum. Sayısal ile aram lise birden beri limoni, sözel derslerde ise doğuştan gelen bir yeteneğimiz var. Anlıyorsun bi kere sözeli. En büyük avantajimiz Osmanlı'nın torunu olmamız. Biz Mevlana'ların ,biiiizzz Yunus Emrelerin... Sınıfın geri kalanı da zaten Avusturya Macaristan tebası. O zaman öyle bir his oluyor insanda. Edebiyat desen sadece

BİR KÜREK B*K VE AYNA

                                                    Tüm muhalefetimize rağmen babamın köye ev yaptırmasından sonra, işi  punduna getiren, soluğu köy evinde almaya başladı.  Hafta sonu güneş yüzünü göstermesin! Yaa bi köy havası mi alsak acaba talebimiz, babam tarafından bıyık altı gülüşlerle istop edilip, gergin olduğu anlarda ise mazi açılıp, yaptığımız muhalefet hunharca  yüzümüze vuruluyor. Köydeki yeni evin ailemize kattığı birleştirici güçlerden biri de kurban bayramı.  Son üç bayramdır kurbana köyde ortak oluyoruz. Bir gün önceden köye gidip, sabahtan akşama kadar kurban işleri ile ilgileniyoruz. Köy, herkesin birbirinin ayak numarasını bile bilecek kadar küçük olmasına  rağmen , bu doğal hayatın insana verdiği ilginç bir özgürlük ve cesaret hissi var. Artık orada devletin gücünü daha az hissettiğinizden midir, yoksa fazla oksijenin,  beyinleri  yakmasından mı bilemiyorum. Bildiğim bir şey var ki o da benim özgürlük hislerim ve cesaret duygularımın tavan yapışının, ku