Ana içeriğe atla

SÜRAHİ TEORİSİ

Kusur, insanın kendisi dışında en çok aradığı şeydir . Başkalarındaki kusuru aramaya ayırdığımız vakti, kendimizi aramak, içimize dönmek, kendimizi bilmek için sarf etseydik, muhakkak toplum olarak da daha anlayışlı ve saygılı bireylerden kurulu olurduk. Kusuru aramaya " Sen" den değil "Ben" den başlamak herkesin kendini geliştirdiği toplum modelini öne çıkarır, başarı kaçınılmaz olurdu. Fakat bir istisna hariç, "ben" ; hiç bir zaman "sen" e eşit yada ondan üstün değildir. Bununla birlikte "Ockham' ın Usturası " nı da yanlış yorumlamış olabiliriz. Ockham, " iki eşit arasında kalırsanız basit olanı seçin " demiş. Biz basit olanı seçmekle kolaya kaçmanın aynı şey olduğu sanıyor olabiliriz. Çoğu zaman, kusurların gerçek sahipleri bulunamadığında, ön yargıların devreye girip , suçun en yakındaki kişiye yamanma durumu vardır ki , bu konuya henüz küçük bir çocukken biraz da korkarak şahit oldum ve bunun adını " Sürahi Teorisi " koydum. Sürahi Teorisi çok basitti. Bir çocuğun gözünden bakıp, çok net kavrayıp yorumlayabilecegi cinsten. Bu teorinin kahramanı babamdı. Babam disiplini seven, garantici bir adamdı. Çocuk yaşında bulaşıkhanede başladığı çalışma serüveni, otuzlu yaşlarına geldiğinde büyük denebilecek bir lokantanın işletmecisi olmaya kadar getirmişti onu. Ama Türkiye ' nin istikrarsız siyasi ve ekonomik ortamına pek güveni yoktu. Benim kendi varisi olup işi büyütmemi değil, devlete bir memur olmamı arzuluyordu. En çok da öğretmen olmamı. Sülalemizde hiç öğretmen yokmuş. Ben babamı kırmadım, 1996 yılında Tunceli 'de bir kasaba lisesine Türkçe öğretmeni olarak atandım. Günler çabuk geçti, ilk ders zili çaldı, teneffüsler oldu, karneler verildi, tatillere gidildi gelindi. Sıcak havalarda ders aralarını bahçede geçirmeye çalışsam da kış aylarında bu zamanı öğretmenler odasının, bana her zaman gereksiz resmi ve gayri samimi gelen gri duvarları arasında, belki yeni bir kitabın yada derginin sayfalarını çevirerek geçiriyordum. Ortasında uzunlamasına birleştirilmiş mavi örtülü masalar ve karşılıklı sandalyelerin olduğu, toplantı düzeninde organize edilmiş bir odaydı burası. En son masanın üzerinde kiminin kulaklarını, kiminin de hem gözlerini hem kulaklarını yakalayan , daima kısık seste ve TRT 1 kanalını gösterir eski bir televizyon vardı. Sınav haftası boş dersimin olduğu bir gün, öğretmenler odasına gittim ve bir kısmını bitirebilirim düşüncesi ile kağıtları okumaya başladım. İngilizce öğretmenimiz Kerem Bey de karşımdaki sandalyeye aynı düşünce ile oturmuş, biraz sinirle biraz da alaya alarak sınav kağıtlarını okumaya çalışıyordu. "Yahu arkadaş" dedi. "Bir kişi mi anlamaz şu dersi ! Hepsi işe yaramaz aptal bunların. Ver kardeşim sanayiye, meslek öğrensin. Belki sana da hayrı olur anne baba olarak. Belli ki okumayacak kıymetli evladınız ! Bunları ne diye benim başıma belâ ediyorsunuz. Biz sizin çocuğunuzun mürebbiyesi miyiz canım? Şu kağıtlara bak. Şaka gibi ya. Am, is, are koyamıyor daha lise son öğrencileri." Kafamı kağıtlardan kaldırdım, göz göze geldik. Hocam dedim. Şu anda kimin kağıdını okuyorsun. Sol üst köşeye baktı, " kim bu , Kemal Çetin. Al sıfır. " Kemal 'in kağıdını önümdeki sınav kağıtlarının arasından buldum. Okudum 90 verdim. " Kemal akıllı çocuk, pek yakışmamış O'na dedim. - Başka var mı sıfır alan? - ya hepsi sıfır neredeyse . Al bu kim? Sinan Çakıroğlu ... Sinan 'ın kağıdını buldum okudum. 85 . Sinan da iyi, gayretli çocuk. Bir kaç kişiye daha baktık sonuç bir kişi hariç yine aynıydı. Kerem Bey şaşırmış bana bakıyor sanki bir açıklama bekliyordu. " Sürahi Teorisi " hocam dedim. Kerem Bey şaşırırdı, ilk kez duyuyorum böyle bir teoriyi dedi. Ben de ilk kez anlatıyorum hocam... Hem Kemal 'den hem de Sinan 'dan çok daha küçüktüm. O gün lokantamıza gittim . Hem babamı görecek hem yemek yiyecektim. Babam disiplinli adamdı ve kontrol etmeyi severdi. Hatayı bulur, anında ve sert düzeltirdi. Belki de öyle görmüş, öyle yetişmişti. Hatayı bulmak için her alanı belli aralıklarla denetlerdi. Bir bakmışsınız mutfakta, bir bakmışsınız fırında... Birden bulaşıkhaneye girer, ansızın lavabolara göz atardı. Dükkana gittiğim o günde, masasında misafirleri vardı babamın . İki adam, bir kadın ve üç dört yaşlarında küçük bir erkek çocuğu birlikte yemek yiyorlardı. Hemen bana da bir sandalye koydular, garson Zeki abi siparişimi aldı. Babam, lâle çiçeği motifli uzun ağızlı bakır sürahiyi kaldırdı, masada ters duran bardaklardan birini çevirip içine suyu döktü. Bardak dolmaya başlayınca, yüzünü buruşturdu. Garsonu çağırıp bardağı almasını istedi. İkinci bardağı çevirdi suyu döktü. Yüzü sinirden kızardı. Ters giden bir şeylerin olduğu kesindi. Bu sefer bardağı kendisi kaptığı gibi bulaşıkhaneye daldı. Ben de peşinden... Bulaşıkcıya "çıkar önlüğünü" dedi. Adam şaşkınlık içinde önlüğünü çıkardı. Babam önlüğün askısını kafasından geçirip beline bağladı. " Ne biçim bulaşık yıkıyorsun oğlum sen? Bardaklar pislik içinde, yemek artıkları suyun içinde yüzüyor. Bulaşık öyle yıkanmaz , böyle yıkanır. Buraya iyi bak! Gözünü benden ayırma. Ben bu bulaşıkhaneye on yaşında girdim ulan! Bulaşığın da bir adabı bir ustalığı var, anladın mı? " Bulaşıkcı "anladım abi" dedi. Babam bardakları yıkadı duruladı ve garsona bardakları masaya getirmesini söyledi. Bir hışımla gidip tekrar masaya oturdu. Ben de peşine. Garsonun biraz önce masaya bıraktığı, ters duran bardaklardan birini alıp düzeltti. Sürahiyi eğiltip suyu döktü. Manzara aynıydı. Bardak, içinde ekmek parçalarının yüzdüğü bulanık bir suyla doldu. Babamın yüzü bu sefer mahcubiyetten kıpkırmızı kesildi. Masada oturan arkadaşının küçük oğlu ekmek parçalarını oyun olsun diye sürahiye atmıştı. Hepsi buydu. Kusuru bardakta aramak yerine önce sürahiden şüphelenmek sence neden babamın aklına gelmedi ? Ockham ' ın Ustura'sını yanlış yorumladık biz. İki eşit arasında basit olanı seçmek yerine kolaya kaçtık hocam. Sorun bardakta değil sürahide ! Kerem Bey donuk gözlerle yüzüme ifadesizce baktı." Burada sürahi ben mi oluyorum hocam ? " dedi. Hayır hocam siz de o çocuklar gibi masum bir bardaksınız... Kerem Hoca gülümsedi. Kağıtları iki eliyle toparlayıp deste yaptı ve baştan okumaya başladı. Unutmadan, aynı akşam babam bulaşıkcısının gönlünü haftalığına zam yaparak aldı. Bir istisna hariç "ben", hiç bir zaman "sen " e eşit değildir demiştim. İstisnai olarak "Sen" in "Ben"den üstün olduğu tek bir durum vardır : AŞK !


MUSTAFA KEMAL YAVUZ
21.06.2018

Yorumlar

  1. Casino - Mapyro
    This is the place you need to find the 사천 출장안마 slot machines 속초 출장샵 and slot 순천 출장샵 machines for a night out with the casino's new owners. The gaming floor is 구미 출장샵 comprised of 광주 출장샵 40

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Üzüntü Lambasının Cinleri

En erken anılarımdan biridir bu fotoğraf. Bir kurban bayramı sabahıydı, o yüzden Esin’ le ben cicileri giyinmişiz , babam ve büyük amcam kurban kesecek.  Sahi böyle kaç şey hatırlıyorum o yaşlara dair. Mahallemizde dere vardı mesela hatırlıyorum. Benden büyükler o dereden su içildiğini söylese de , ben yetişemedim. Ben dereyi gördüğümde kadınlar kenarına çömelmiş çamaşır yıkıyordu. Benim çocuğum ise üzerine beton dökülüp, kemik hastanesinden İnci Sokağa kadar merdiven yapılmış halini gördü. Geceleyin ıssız bir vakit o merdivenden yürürseniz, bir çığlık gibi hala  sesini duyabilirsiniz.  Neden geçmişe gidince hep üzülürüm. Eğlenceli şeyler de çok aslında çok gülmüşüz yaşarana dek gözlerimiz.Ama sanırım insan çok özlediği şeyin bir daha geri gelmeyeceğini bildiğinde , tüm duygular üzüntüde birleşiyor. Özlem de , şefkat de , sevgi de , minnet de…Hepsi aynı üzüntü lambasına sığmayı başarıyor. Ne zaman lambanın tozunu temizlemeye başlasan, içinden binlerce cin çıkar. Hepsi iyi...

SOSYETE BÖLÜĞÜ / SİRİM PİT

Okuldu, sınavdı, işti derken yaş hafiften kemâle dayandı, yirmi yedi oldu.İki  bin dokuz yılının Ağustos ayında vatanî görevimi yapmak üzere Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından orduya alındım. Alındım derken işte, elimde Dyo boya reklamlı, orta boy bir valiz ile nizamiyeden giriş yaptım. Askerliğini yapan abiler ve arkadaşlardan aldığım tüyo üzerine, mantığımı  Gaziantep 5. Zırhlı Tugay 'ının büyük sürgülü  kapısının ardında bırakıp beş ay beş günlük kısa ama hızlı askerlik macerama, ürkek bir adım attım.  Herkes yeşiller içinde. Karıncalar gibi bir yerlere koşturuyor. Çok kalabalık, ama bu kalabalığa imkan vermeyen gizli bir düzen var. Acemi askerim,  bir an önce bölüğümü bulmaya çalışıyorum. Elimdeki kağıtta  TOW Bölüğü yazıyor. Önüme gelene bölüğümün yerini soruyorum. Bu kadar acele etmeme gerek olmadığını, bölükte bensiz de bir şekilde işlerin yürüyebileceğini henüz idrak edemiyorum. Kağıdımı okuyan bazı erler ve komutanlar "Allah Allah" bi...

MUTLULUK ÜZERİNE / ARKA BAHÇEDEKİ YALNIZ TABLOLAR

Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinin, gözümüze en çok sokulan  kavramı da "mutluluk" oldu. Şarkılarda, sözlerde, akıl vermelerde. Varılması gereken zorunlu bir hedef gibi pazarlanıyor yirmi beş yıldır.  Ürünün adı ve satıldığı mecra önemli değil, tesadüfen denk geldiğimiz bir radyo frekansından satılan  bilmem ne yağının, bilmem ne boynuzunun ne idiğü belirsiz   kreminin vadettigi duygunun çıktığı kapı belli artık. En kurumsalından, en ilkeline, şirketlerin üzerimize tüm iyi niyetleri ile abandığı bu soyut tecavüzün adı mutluluk. Kapitalizm, insanların satın alma güdülerini harekete geçiren ana dürtünün "mutluluk " olduğunu keşfettiğinden beri,her şirket sattığı ürünün acayip bir   mutluluk duygusu vereceğini vadediyor. Her yer gülen suratlarla dolu. Herkes satın aldığı biricik ürününün yanına kıvrılmış,mutluluktan ölmek üzere.Bu sarhoşluğu deneyimlememiz için bir tık uzaktalar.Eskiden insanlar kıyıda köşede neyi varsa denkleştirir ev alırdı. Şimdi 4+1 m...