Ana içeriğe atla

BAHRİYELİ

 



Sizin de küçükken ,istemediğiniz bir şeye şahit olup da yüzünüzü avuçlarınızın içine sakladığınız oldu mu?

Oldum olası dizlerimin bağı çözülür, kanım sonsuza kadar etimden çekilir gibi olur bir kesik görsem. Uzanamayıp da mundar yakıştırması yapmak istediğimden değil ama gerçekten, kimya hocamın iddiasının aksine , benden asla bir cerrah olmazdı. Bırakın görmeyi, kanın; kesiğin,bıçağın adı geçse hâlâ bir şeyler kopar gider benden.

Bir çocuğun hayal âleminde bambaşka bir dünyadır köy. Rutubet kokan küçük  bakkalı, bayrama hazırlanmış beyaz boyalı eski ve güzel camisi , kenarlarında papatyaların oynadığı daracık patika çimen yolları ve ilk kez gördüğü kırmızı yanaklı yanık tenli çocuklarıyla masal ülkesinin yeni maceralarına hazırsınızdır.

Ancak ben yıllarca korktum köyden. Korkuttu beni bir adam. Hem de ulu orta herkesin içinde!

Üstelik ne kimse tepki gösterdi bu adama , ne de kızdı. Birkaç kişi yüzünü ekşiterek baktı sadece ve gidip masasına oturdu yine demli çayından bir yudum daha almak için.

Anadolu’da belki binlerce yıllık adettir, babam da kaçamadı bu adetten, bir arefe günü bizi alıp yola koyuldu İstanbul’dan. Harika bir yolculuklu . Dalgalı köpük köpük denizler, sislerin içinde bir sihirbaz gibi kaybolmuş virajlar,  yağmur, duman , bacalarından irili ufaklı dumanlar tüten  bir sürü farklı ev; inekler, köpekler hatta simsiyah ve bembeyaz  özgürce koşan  atlar! Büyükler bu özgürlüğe “ başı boşluk” dese de beni masal ülkesine gitmediğimiz konusunda bir Allah’ın kulu ikna edemezdi. Trabzon levhasını görünce bu ismin İstanbul’daki evimizde sıkça geçtiğini hatırladım. Evimizdeki hemen hemen her odada bir eşyaya rengini veren bordo ve mavi , bu şehirde de baskındı. Yollardaki iki direk arasına gerilmiş bayraklar, evlerin pencerelerine yapıştırılmış kağıt formalar, minibüslerin arkasında üçgen perde biçiminde bordo mavi dokumalar ve yine aynı renk giyen köylü kadınlar. Annem kıs kıs gülerdi ,babamın yüzü kıpkırmızı eve geldiği mağlubiyet gecelerinde. Gerçekten başka bir adam olurdu. O şen şakrak adam gider, sinir küpü aksi bir adam gelirdi ve hafta ortasına kadar devam ederdi bu.

Sahilden güneye sapıp Maçka denen yere gidiyoruz artık çok yaklaştığımızı babamın sık sık durup birilerine selam vermesinden anlıyorum. Babam neşeli, arabayı ha bire kenara çekip ,derenin suyuyla çocuklar gibi oynuyor, elini yüzünü yıkıyor ve bağırıp gülüyordu. Artık babam bile çocuk gibi davrandığına ve inanın bana derenin ortasındaki kayanın üzerinde, prensesin öpüp prense dönüştürdüğü o yeşil ve sevimli kurbağa , büyük bir gururla oturduğuna göre , masal ülkesinin bize ait olan köyüne az kalmıştı.

Kapıda dedem ve babaannem karşıladı bizi, öptüler öptüler…

Köyün bakkalı hemen karşıdaki yamaçtaydı. Gözün gördüğü ve  araç trafiğinin olmadığı bir yer olduğu için, dedem beni yolladı bakkala, ekmek ve toz şeker almaya. Elime bir kağıt para tutuşturdu, heyecandan dayanamayıp bir gün önceden giydiğim mavi beyaz, bahriyeli kıyafeti bayramlıklarımla bakkala doğru yürümeye başladım. Hayatımda hiç böyle bakkal görmemiştim. Bakkala gitmek için insanların kağıt oynayıp çay içtiği ortasında silindir şeklinde yüksek bir soba olan kahvehaneden geçmeliydim. İşte ne olduysa o kahvehanede oldu.  Kahvehaneye girişim kimsede bir hareket uyandırmadı, bir metreden biraz uzun boyumla biraz daha  ilerledim. Masaların sonunda köşede, tam bakkal kapısının yanında bir kafes vardı. Bir adam boyu hizasında duvara çakılmış sunta bir rafın üzerinde duran bir kafes. Kafesin kapağı açık, kuş ise o vahşi adamın elindeydi. Sonradan öğrendim, Rıza’ymış adı. Kahveci Rıza! Gün ışığından faydalanmak için pencereye doğru yaklaştırdı kuşu. Üfledi tüylerini araladı, ben ise daha da yaklaşmıştım. Artık, tıpkı bayramlıklarımın renginde tertemiz mavi ve beyaz tüyleri olan bu güzel kuşun çaresiz gözlerini dâhi görüyordum. Rıza yanındaki adama elini uzattı, adam ona ince bir bıçak verdi, neşter olduğunu sonradan öğrenecektim ki cerrahlar neşter kullanır dediklerinde asla doktor olmam demem de sırf bu yüzdendir.

Adam verdi neşteri Rıza’ya, bir de tuttu küçücük ayağını kuşun,Rıza vurdu neşteri . Ben yüzümü avuçlarıma gizledim ama kulaklarım şahit oldu, sığ sulara atılan çakıl taşının çıkardığı gibi derinleşen boğuk bir sese.

Kaçtım oradan hemen dedemin yanına geldim, dedem sordu bir şey anlatmadım. Koşarak çıktı dedem evden bir süre sonra geri geldi, bana bir şeyler anlattı duymadım, bu sefer gözlerimi yumdum kulaklarımı da kapattım. Benim güzel masal ülkemi işgal ettiler, masalımı böyle bitirdiler.

Köye epey süre gelmedim. Uzun yıllar sonra babamın da ısrarlarını kıramayarak çıktık yine yola bir arefe günü. Artık atlar bana da başıboş geliyordu, inekler o kadar da sevimli değillerdi, hele kurbağayı hiç görmedim. Köyün bakkalına değil ama bu sefer canım sıkıldığı ve belki bir tanıdığa denk gelirim umuduyla, kahveye bu sefer bir bayramlığım olmadan  girdim.Elimde gelirken yerde bulduğum bir ağaç dalı vardı, yere sürüte sürüte oturdum masaya. Biraz sonra kara ziftle kaplı ahşap zemini eze eze gelen Rıza bitti masamın başında, elinde süzeğe vurulmamış demli bir çayla. Koydu önüme çayı, yüzümü çevirdim baktım ağarmış saçına sakalına. Gülümsedi bir de “hoş geldin Ali Osman” dedi.  Yüzümü buruşturdum, elimdeki sopayı sıktım. Gözlerimi, masal ülkemi yakan adamdan  yana çevirdim. Rıza’nın arkasındaki bakkal kapısının yanında, geçmişe açılan buğulu bir portre gibi duran kafes ilişti gözüme. Kalktım kafesin yanına gittim. Parmağımı parmaklığa koyup gözümü içeriye diktim. Bahriyeli bayramlıklarım, oradaydı! Göz göze geldik, tek ayağı üzerinde duran güzel kuş, mavi beyaz tertemiz tüyleri ile geçmişi selamlıyordu. Arkamda ise Rıza fısıldadı kulağıma :  “Bazen  hayata canlı olarak devam edebilmemiz için acı da çekmek gerekebilir. Ölmekten evlâdır yaralanmak, dedene de söylemiştim o vakit evlat” dedi. Adını da sana sebep bahriyeli koyduk o gün!

Bahriyeli, minik ayağını gece oynarken kafese sıkıştırmış, sabaha kadar asılı kalmış garibim, simsiyah kangren olmuş ayağı. Rıza kesmeseymiş  o gün ayağını,  bugünleri göremeyecekmiş.

Hoş bulduk Rıza amca dedim, benim masal ülkeme de böyle bir masal yakışırdı. Güldük, birkaç çay daha içtik, bahriyelinin cıvıltıları arasında…

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Üzüntü Lambasının Cinleri

En erken anılarımdan biridir bu fotoğraf. Bir kurban bayramı sabahıydı, o yüzden Esin’ le ben cicileri giyinmişiz , babam ve büyük amcam kurban kesecek.  Sahi böyle kaç şey hatırlıyorum o yaşlara dair. Mahallemizde dere vardı mesela hatırlıyorum. Benden büyükler o dereden su içildiğini söylese de , ben yetişemedim. Ben dereyi gördüğümde kadınlar kenarına çömelmiş çamaşır yıkıyordu. Benim çocuğum ise üzerine beton dökülüp, kemik hastanesinden İnci Sokağa kadar merdiven yapılmış halini gördü. Geceleyin ıssız bir vakit o merdivenden yürürseniz, bir çığlık gibi hala  sesini duyabilirsiniz.  Neden geçmişe gidince hep üzülürüm. Eğlenceli şeyler de çok aslında çok gülmüşüz yaşarana dek gözlerimiz.Ama sanırım insan çok özlediği şeyin bir daha geri gelmeyeceğini bildiğinde , tüm duygular üzüntüde birleşiyor. Özlem de , şefkat de , sevgi de , minnet de…Hepsi aynı üzüntü lambasına sığmayı başarıyor. Ne zaman lambanın tozunu temizlemeye başlasan, içinden binlerce cin çıkar. Hepsi iyi...

SOSYETE BÖLÜĞÜ / SİRİM PİT

Okuldu, sınavdı, işti derken yaş hafiften kemâle dayandı, yirmi yedi oldu.İki  bin dokuz yılının Ağustos ayında vatanî görevimi yapmak üzere Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından orduya alındım. Alındım derken işte, elimde Dyo boya reklamlı, orta boy bir valiz ile nizamiyeden giriş yaptım. Askerliğini yapan abiler ve arkadaşlardan aldığım tüyo üzerine, mantığımı  Gaziantep 5. Zırhlı Tugay 'ının büyük sürgülü  kapısının ardında bırakıp beş ay beş günlük kısa ama hızlı askerlik macerama, ürkek bir adım attım.  Herkes yeşiller içinde. Karıncalar gibi bir yerlere koşturuyor. Çok kalabalık, ama bu kalabalığa imkan vermeyen gizli bir düzen var. Acemi askerim,  bir an önce bölüğümü bulmaya çalışıyorum. Elimdeki kağıtta  TOW Bölüğü yazıyor. Önüme gelene bölüğümün yerini soruyorum. Bu kadar acele etmeme gerek olmadığını, bölükte bensiz de bir şekilde işlerin yürüyebileceğini henüz idrak edemiyorum. Kağıdımı okuyan bazı erler ve komutanlar "Allah Allah" bi...

MUTLULUK ÜZERİNE / ARKA BAHÇEDEKİ YALNIZ TABLOLAR

Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinin, gözümüze en çok sokulan  kavramı da "mutluluk" oldu. Şarkılarda, sözlerde, akıl vermelerde. Varılması gereken zorunlu bir hedef gibi pazarlanıyor yirmi beş yıldır.  Ürünün adı ve satıldığı mecra önemli değil, tesadüfen denk geldiğimiz bir radyo frekansından satılan  bilmem ne yağının, bilmem ne boynuzunun ne idiğü belirsiz   kreminin vadettigi duygunun çıktığı kapı belli artık. En kurumsalından, en ilkeline, şirketlerin üzerimize tüm iyi niyetleri ile abandığı bu soyut tecavüzün adı mutluluk. Kapitalizm, insanların satın alma güdülerini harekete geçiren ana dürtünün "mutluluk " olduğunu keşfettiğinden beri,her şirket sattığı ürünün acayip bir   mutluluk duygusu vereceğini vadediyor. Her yer gülen suratlarla dolu. Herkes satın aldığı biricik ürününün yanına kıvrılmış,mutluluktan ölmek üzere.Bu sarhoşluğu deneyimlememiz için bir tık uzaktalar.Eskiden insanlar kıyıda köşede neyi varsa denkleştirir ev alırdı. Şimdi 4+1 m...