Ana içeriğe atla

BABAANNEM VE BİR UÇUŞUN ÖYKÜSÜ





İnsanoğlunun hayatı,  kendinden güçlü ve özel hayvanları kıskanmak ve onlar gibi olmaya çalışmakla geçti. Bir yere kadar onlara saygı da duyuyordu. İhtiyacı kadar avlıyor, kendi soylarını devam ettirmelerini destekliyor ve doğa anaya şükrediyordu.

Zekâ denen özelliğin, insanı doğadan koparıp getirdiği nokta sadece modernizm olmadı. Bu ilkel kıskançlığın umarsız bir kîne dönüşmesi ve insanın kendini doğanın bir parçası yerine, onun karşı konulamaz efendisi sanmasına da sebep oldu.

Artık ayıdan güçlü, kurttan daha organize, tilkiden kurnaz ve yılandan daha zehirliydi. Aslanın binlerce yıllık krallığını elinden alıp postunu ayaklar altına sermiş, nehirlerin hakimi timsahın derisinden ayağına papuç yapmıştı. Fillere gem vurmuş, denizlere yelken açıp yeni topraklar ve halklar görmüş ve nihayetinde gözünü yukarıya dikmişti: Yıldızlara... 
Ancak bir sorun vardı, insan uçamıyordu! 
Oysa bir kuş gibi uçabilmek gerçek anlamda  özgürlüktü. Yukarıdan bakmak, her şeyi görmek ve hakîm olmak demekti. Çok uzun bir süre bu hayâlini ertelemek zorunda kaldı insan. 
Atalarımız kâh uçmaya çalışanları destekledi kâh onları dar ağaçlarında şeytan ilan edip astı ama asla da pes etmedi.

Onca deneyimin ve denemenin ardından, Amerika'da iki bisiklet tamircisi kardeş, yaptıkları motorlu uçakla sadece on iki saniye ve otuz yedi metre havada kalabilmeyi başararak, günümüz hava yolu seyahâtlerinin temelini attılar...

Benim ilk uçuş  tecrübelerim rüyâlarımla sınırlı. Belkide ondan sonra bir daha uçamadığım için olmalı, sonuncusunu çok iyi hatırlıyorum.
Sanırım on beş on altı yaşlarında bir gençtim. Babaannem bizimle birlikte kalıyordu. Her gece uyurken üstümü örttüğünü, hasta olduğum gecelerde limonlu sıcak çayla yatağımın başından ayrılmadığını çok iyi hatırlarım. Bana babaanne nedir diye sorsalar, hasta halime ağlamaklı içlenmiş ve endişeden sinirlenip kaşları çatılmış; elinde limonlu sıcak bir çay ve yüzünde kederli derin çizgiler taşıyan yaşlı bir kadındır derim.
Henüz babaannemin kendi için ağlayıp yakardığını da görmedim. Çocuklarının, torunlarının ve hatta isimlerini bile bilmediği onların da çocuklarının dertleri ve hastalıkları ile dertlenip aynı yüzü taşımaya devam ediyor. Bana daha genç görünse de, doksan altı yaşında olduğunu söyledi geçen günkü ziyaretimde. 

Babaannem sık sık nedenini anlamadığım oruçlar tutardı. Nedendir bilmem ama uzun yaz günlerinde,  falan ayın falan günüdür, şu kadar sevabı vardır deyip yemeden içmeden keserdi kendini. Yorulurdu da bazen, bazen de bir şey istemeye çekinirdi anlardım... 

Babaanne şunu ister misin, bunu ister misin diye sıralayıp istediği şeyi bulmaya çalışırdım.

O gece de yine yorgun hissettiği gecelerden biriydi. Ben de onunla en sevdiğim oyunu oynayama başladım: Ne isteğini bulmaya! 


Yarın ki uzun yaz gününde oruç tutacağını öğrendiğimde önce sağlığın bozulur diye ikna etmeye çalıştım, olmadı. Sonra asıl istediği -isteyemediği- şeyi yaptım. Ona çok güzel bir sahur yemeği hazırladım. Suyunu ve ilaçlarını verdim, üzerini örttüm ve yattım. İşte o gece benim son uçtuğum geceydi. Rüyamda Boztepe 'deki evimizin balkonundan kendimi bir kuş gibi bıraktım boşluğa. Çatıların üzerinden süzüldüm önce. Sonra bir genişliğe vardım, kollarımı açtım iki yana açabildiğim kadar, yüzümde kocaman bir gülümseme. İlerledim, sahile süzüldüm hemen. Şimdi denizin üstünde, mavi dalgaların rüzgarları yüzümü yalarken, babaannemim duaları kumsalda parlayan köpükler gibi kulaklarımda oynaşıyordu...


Uyandığımda yorulmuş kollarıma, rüzgardan üşümüş yüzüme dokundum .Kalktım, balkonun kıyısına geldim , hâla kendimi bıraksam uçabileceğime inanıyordum. Ne var ki korkunca anladım bir rüyâdan uyandığımı. Ne hayatta bir rüyâyı bu kadar gerçek yaşadım ne de sonra bir gerçeğe bu kadar çok inandım. Bu benim son uçuşumdu... 


Bundan tam doksan altı sene önce, babaannem henüz doğmuşken, insan oğlu ilk kez uçtu ve bir hayal daha gerçek oldu . Wright kardeşler , 17 Aralık 1903 'te yıldızlara biraz daha yaklaştırdı bizi. Belkide  benim tekrar uçabilmem için biraz içten duaya ve yıldızlara dokunmamız için ise bir kaç süper babaanneye daha ihtiyacımız var. 


Dünyanın her geçen gün daha yaşanılmaz olduğu bir dönemde, hep daha güzel yıldızları hayal ettiğimiz nice doksan altı seneler babaannem. 


Seni çok seviyorum.



MUSTAFA KEMAL YAVUZ

TRABZON

Yorumlar

  1. müthiş bir anlatım ve hikaye..kalemine sağlık dostum..😘

    YanıtlaSil
  2. Abi kalemine yüreğine sağlık

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok teşekkür ederim.. Yorumların altına isminizi yazarsanız sevinirim Kimin yazdığını göremiyorum :l

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Üzüntü Lambasının Cinleri

En erken anılarımdan biridir bu fotoğraf. Bir kurban bayramı sabahıydı, o yüzden Esin’ le ben cicileri giyinmişiz , babam ve büyük amcam kurban kesecek.  Sahi böyle kaç şey hatırlıyorum o yaşlara dair. Mahallemizde dere vardı mesela hatırlıyorum. Benden büyükler o dereden su içildiğini söylese de , ben yetişemedim. Ben dereyi gördüğümde kadınlar kenarına çömelmiş çamaşır yıkıyordu. Benim çocuğum ise üzerine beton dökülüp, kemik hastanesinden İnci Sokağa kadar merdiven yapılmış halini gördü. Geceleyin ıssız bir vakit o merdivenden yürürseniz, bir çığlık gibi hala  sesini duyabilirsiniz.  Neden geçmişe gidince hep üzülürüm. Eğlenceli şeyler de çok aslında çok gülmüşüz yaşarana dek gözlerimiz.Ama sanırım insan çok özlediği şeyin bir daha geri gelmeyeceğini bildiğinde , tüm duygular üzüntüde birleşiyor. Özlem de , şefkat de , sevgi de , minnet de…Hepsi aynı üzüntü lambasına sığmayı başarıyor. Ne zaman lambanın tozunu temizlemeye başlasan, içinden binlerce cin çıkar. Hepsi iyi...

SOSYETE BÖLÜĞÜ / SİRİM PİT

Okuldu, sınavdı, işti derken yaş hafiften kemâle dayandı, yirmi yedi oldu.İki  bin dokuz yılının Ağustos ayında vatanî görevimi yapmak üzere Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından orduya alındım. Alındım derken işte, elimde Dyo boya reklamlı, orta boy bir valiz ile nizamiyeden giriş yaptım. Askerliğini yapan abiler ve arkadaşlardan aldığım tüyo üzerine, mantığımı  Gaziantep 5. Zırhlı Tugay 'ının büyük sürgülü  kapısının ardında bırakıp beş ay beş günlük kısa ama hızlı askerlik macerama, ürkek bir adım attım.  Herkes yeşiller içinde. Karıncalar gibi bir yerlere koşturuyor. Çok kalabalık, ama bu kalabalığa imkan vermeyen gizli bir düzen var. Acemi askerim,  bir an önce bölüğümü bulmaya çalışıyorum. Elimdeki kağıtta  TOW Bölüğü yazıyor. Önüme gelene bölüğümün yerini soruyorum. Bu kadar acele etmeme gerek olmadığını, bölükte bensiz de bir şekilde işlerin yürüyebileceğini henüz idrak edemiyorum. Kağıdımı okuyan bazı erler ve komutanlar "Allah Allah" bi...

MUTLULUK ÜZERİNE / ARKA BAHÇEDEKİ YALNIZ TABLOLAR

Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinin, gözümüze en çok sokulan  kavramı da "mutluluk" oldu. Şarkılarda, sözlerde, akıl vermelerde. Varılması gereken zorunlu bir hedef gibi pazarlanıyor yirmi beş yıldır.  Ürünün adı ve satıldığı mecra önemli değil, tesadüfen denk geldiğimiz bir radyo frekansından satılan  bilmem ne yağının, bilmem ne boynuzunun ne idiğü belirsiz   kreminin vadettigi duygunun çıktığı kapı belli artık. En kurumsalından, en ilkeline, şirketlerin üzerimize tüm iyi niyetleri ile abandığı bu soyut tecavüzün adı mutluluk. Kapitalizm, insanların satın alma güdülerini harekete geçiren ana dürtünün "mutluluk " olduğunu keşfettiğinden beri,her şirket sattığı ürünün acayip bir   mutluluk duygusu vereceğini vadediyor. Her yer gülen suratlarla dolu. Herkes satın aldığı biricik ürününün yanına kıvrılmış,mutluluktan ölmek üzere.Bu sarhoşluğu deneyimlememiz için bir tık uzaktalar.Eskiden insanlar kıyıda köşede neyi varsa denkleştirir ev alırdı. Şimdi 4+1 m...